4 Şubat 2015 Çarşamba

Kırık Dişler

‘Sık’ diyorlardı, ‘biraz daha sık dişini.’

Cenk, bir süre hareketsiz kaldı. Nefes almıyor gibiydi. Dikkat kesilenler burnundan soluduğunu hissedebiliyordu. Usulca ağzını açmaya başladı. -Alfabenin ilk harfini dudağına yerleştirenlere gözlerin büyümesi bedavaydı.- Onlara koca dünya savaşının bir ağza sığabileceğini gösterdi. Nadide parçalar sakladığı müzesini halka açmıştı.

İnsanın alnına ne yazılıyorsa onu yaşadığını söylüyordu bu insanlar. Göremediği o yazıyı aradı yıllarca. Kırmadığı ayna kalmadı. Alnına kazınan kesikleri okuyacak dilbilimcilere muhtaçtı.

Sakinleşmek istemedi. Sinirli olmanın iş bitiriciliğine güveniyordu. Daha fazla duymak istemediği bu lafın hesabını sormak istedi. ‘Biraz daha dişimizi sıkmamızı isteyenlerin dişlerini kıracağız. Ve sonra ağzımızı bir karış açarak onlara nasıl göründüklerini göstereceğiz.’ dedi...

21 Ocak 2015 Çarşamba

Annesinden Ürken Korku

... Çitin ardına pustum. Yaralı bir gerilla gibi ürkek ve tedirginim. Kanayan yaramı kapatacak musluğu arıyorum gövdemde. Hangi damar bu durmaksızın kan taşıyan? Bulmalıyım ve onu durdurmalıyım. Üstüm başım berbat oldu, annem beni böyle görmemeli...
Ne işim vardı burada bu insanlarla ve niye bu haldeydim? 
Gayet konformist yaşam süren genç adam, kavgaya tali yoldan girmiş ve tam ortasına düşmüştü. Eline tutuşturulmuş silah ile düşman 'şu' dediklerine sıkıyordu. Şu ve şunlar, uzaktan bakınca hiç de düşman gibi durmuyorlardı. Bir bir düşerken gayet gariban ve gayet masumdular.

Nutku tutulmuş bir şekilde 'şu düşman'ın yıkılışını izliyordu genç adam. 'Dur, düşme kardeş. Tut elimden. Ölmeden bir şiir okuyayım sana' demek geçiyordu içinden ...

* Özel'e

19 Ocak 2015 Pazartesi

Ömer Faruk Bey'in Mahcubiyeti

Yaşadığım ekonomik buhranı sona erdirmek için bankaya gittim. Müşteri temsilcim -dikkatinizi çekerim benim müşteri temsilcim-öğrenciye kredi veremiyoruz dedi.

Ömer Faruk Bey, 'Veremiyoruz' derken bankası adına öyle mahcup görünüyordu ki, onun bu hallerine sebep olan banka yönetimine nefret duydum. Zaten ben de çekmeyecektim sayın temsilcim, faiz haram dedim. Gülüştük falan, sonra güvenlikler koluma girdi halay çekiyoruz sandım. Ne eğlenceli çocuklar varmış burada, bankalar hiç de dışarıdan göründüğü kadar canavar değilmiş derken kapı önünde tek başıma kaldığımı fark ettim. 'Ömer Faruk beey, nerdesiniz?' dedim. Emekli aylığı için içeride sırasını bekleyen yaşlı teyze, kulaklarını ovuşturarak beni anlamaya çalışıyordu. Çift kat cam sesimi nasıl kesiyorsa, Ömer Faruk Bey'lerin söylediklerini de bana iletmiyordu. Adil tavrı ile gönlümü kazanan cama bir baş selamı verdim. Umuyordum ki ö
zlenen bu davranışlar bankanın tamamına yayılacaktı. Ağız okumadaki yeteneğim beni şaşırtmıyorsa sayın temsilcim 'defol git lan' dedi, bunu ona hiç yakıştıramadım.

Bu yaşananlar sonrası mülkiyete bakış açımı gözden geçirmeyi düşündüm. Kitaplarım dışında satabileceğim bir eşyam yoktu. Çoğu ortamda sosyalizmi esaslı bir şekilde savunduğumu ve hatta yaşadığımı, ben değil, yanımdakiler dile getiriyordu. Hatta bazı arkadaşlarım derviş olduğum iddia ederlerdi. Onlara göre 'Bir lokma, bir hırka' düsturu ile yaşayan modern çağ dervişi idim. Az bulunurdu benim gibiler.

Bana kimin neyi yakıştırdığını bir yana bıraktım. Bana baharı yaşatacak diğer bankaları denemeye karar verdim. Kafamda düşüncelerle mahalleme dönünce, süpermarketin karşısındaki bakkalın yanındaki hipermarkete uğradım. Ucuzluk reyonunda 2 kilo soğan aldım. Elimde poşetle bakkalın önünden geçerken Ayfer ablanın 'yoldan geçene kredi veren banka' dediğini duydum. İlahi bir mesaj gibiydi bu sohbet. Fakat hipermarket poşeti ile yaklaşamazdım onlara. Alışveriş poşeti büyük bir utanca dönüşmüştü elimde. Ayağım takıldı numarasıyla poşettekileri dökmeyi düşündüm. Yere saçılan soğanları hep beraber toplarken birden girebilirdim konuya: 'Ayfer abla hangi bankaymış o, krediyle işim olacağından değil de,yani yoldan geçene kredi mi verilirmiş canım,sen de abartma, bunun öğrencisi var falan...'  Göz göze geldiğim mahalle bakkalımız 'sakın o aklından geçeni yapma,Ayfer ablanı da
 lafa tutarım. Tek başına toplarsın. Biz de acıyan gözlerle seni izleriz.' diyecekmiş gibi bakıyordu.

O sırada telefonum çalmaya başladı. Uzun zamandır görüşmediğimiz Serdar'dı bu. Evet evet, bankacı olan Serdar. İşi düşmeden aramazdı beni. Belli ki yine bir şey isteyecekti. Telefonu açar açmaz 'anca işin düşünce ararsın, oğlum bu kadar çıkarcı olma, yılların dostluğu var aramızda ayıp etme canım kardeşim' diyerek 
ona hem suçluluk duygusunu tattıracak hem de oluşan sıcak atmosfer ile kredi başvurumu araya sıkıştıracaktım. Serdar'dan daha adi olduğumu düşünmeye başlarken 'yes'e bastım. 'Oğlum sizin banka bana kredi vermedi lan, hiç mi ağırlığın yok senin orada dedim. Abi ben veznedarım dalga mı geçiyorsun dedi. Kahkahamı yarıda keserek konuyu 'yoldan geçene kredi veren banka'ya getirdim. Abi aynen, yoldan geçene kredi veriyo o banka,git git sana da verirler, dedi. Sonra Serdar'ın şarjı bitti.

Evden çıkarken radyomu kapatmaz, geri döndüğümde beni karşılayacak şarkıyı tahmin etme oyunu oynardım. Nihayet evime girmek üzereydim. Anahtarımı kilit yuvasına henüz yerleştirmişken Aşık Mahzuni Şerif'in yorumuyla Yiğit Muhtaç Olmuş Kuru Soğan'a türküsü çalmaya başladı. Ömer Faruk Bey ve güvenlikçi arkadaşları da olsaydı keşke, beraber dinlerdik dedim. Halayın üzerine ağır bir türkü iyi giderdi.


* Öğrenci belgemi vermeme rağmen sisteme öğrenci kaydı düşmeyen bankam, sürekli kredi teklifinde bulunuyordu. Nihayet başvurmaya karar verdim. Ancak saniyeler içerisinde kredi alamayacağımı öğrendim. Beklenen son erken gelmiş, hevesim kursağımda kalmıştı.

16 Ocak 2015 Cuma

Arabasını Park Edemeyen Ceylan

Sokakta dikkatimi çeken bir ses duydum. Beni ilgilendirme ihtimalinin olmadığı o sese yönelerek ne olup bittiğini anlamak istedim. Aklıma geldikçe üzülürüm o anki aylaklığıma. Şoför koltuğunda gördüğüm, ona ne kadar da benziyordu. Hiç ihtimal vermezdim bizim sokakta onu göreceğime. Gerçek, tüm gerçekliğiyle şaşırtmıştı beni.

Muavin koltuğunda oturanı seçemedim fakat, kendimi orada hayal ettim. Sesimin en etkileyici, ifademin en cezbedici, üslubumun en naif, teklifimin en kaçırılmaz haliyle ‘bas gaza’ dedim. Ömrümün en güzel yolcuğunu yapıyordum. Acaba çok mu hızlı gidiyorduk? Çünkü tekerleklerin yerle temas etmediğini fark etmiştim. Dikiz aynasından geride kalan halimi dikizlerken gördüğüm tam olarak buydu. Hakikaten de gaza basmıştı. Aşk yuvamız adeta uçuyordu. Ellerine baktığımda biraz tedirgin oldum. Direksiyonu incitmekten çekiniyormuş gibi tutuyordu. Ah dedim, kristal bir şahesersin sen. Geçti tedirginliğim. Yolu izliyordum fakat şehrin sokakları bomboştu. O benim için çok özeldi evet ama yoksa bütün şehir için de öyle miydi? İçimde bir şüphe oluştu. Bir şehrin tamamı o insana kendini özel hissettirirse o kişi biraz şımarmaz mıydı? Üstüme dar gelen ceketimin içinde kıvranarak onun gözlerine baktım. Öyle kendinden emin, öyle sevecen bakıyordu ki , içim içime sığmaz güven duygusuna teslim oldu. Elbette bunda ceketimin cebindeki fesleğen kokusu da etki etmişti. Duygularımın manipülasyona açık olduğunu saklayamam. Camı biraz açıp saçımın her bir telinin uçuşmasını istedim. Belli mi olur belki çok hoşuna gider. Fakat kapı kolunda temas edebileceğim bir tuş bulamadım. Birazcık hava katmak isterken daha beterini yapabilirim endişesiyle, saçımı uçuşturma fikrinden vazgeçtim. Lanet olsun fazla otomatik arabalara. Aşk yuvamızın dört kişilik olduğunu  fakat; iki kişi olduğumuzu fark ettim. Bir ben, bir de o. İki çocuk yapmamız gerektiğini söylemek için biraz erken olabilirdi. Acaba hangi isimleri beğenecektik yavrularımız için?..

Arabayı park etmek isterken acemice direksiyonu kırmasıyla farları gözümü aldı. Bir an her yer bembeyaz oldu. Yaşlı bir amcanın geel gel gel diyeceğini zannederken: ‘Çok afedersiniz, çok özür dilerim, size rahatsızlık vermek istemezdim’ dediğini duydum. Sesinde ağlamaklı bir hüzün vardı. Bunu ona yaşattığım için kendime kızacak oldum fakat yeri ve zamanı değildi.  Gözlerimi ovuşturmayı bırakıp onu izledim.  ‘Rrrica ederim’ dedim. O da beni tanıdı. ‘Aa,sizi hatırladım. İsminiz, isminiz,ah kusura bakmayın, daha önce karşılaşmıştık değil mi? Tekrar kusura bakmayın lütfen. İyi akşamlar ‘dedi ve arkadaşıyla birlikte arkasını dönüp gitti. Kurak sokağıma ceylan inmişti adeta. Peşinden gitmeye karar verdim. Seke seke uzaklaşıyordu. Aramız gittikçe açılıyordu. Her adımda beni geriye çeken, her adımda onu biraz daha ileri iten gizli bir güç vardı. Ben koştukça aramızın açılması anca rüyalarda olacak türden saçmalıktı.

Kafamı, kenarında oturduğum pencere camına vurunca fark ettim. Şoför koltuğunda oturan gerçekten oydu. Nazlı Ceylan’ım ne de güzel park edemiyordu arabasını…

12 Ocak 2015 Pazartesi

Aramıza Hoş Geldin

‘Aramıza hoş geldin Gökhan’ dedi birinci adam. Sırtını sıvazladı, uzun boylu olan. Yumruğunu sımsıkı yapan, omzuna vurdu. Başını öne eğdi, bebek yüzlü olan. Gözlerinin buğusu dile gelmesin diye çenesine yükleniyordu, hırpani görünen. Sormaya cesaret etseniz şık göründüğünü söyleyecek olan da oradaydı. Merasimlere özel giyinmekten vazgeçmeyecekti.

Gökhan yürümeye devam etti. Her adımı attığında kulağına kesik kesik cümleler geliyordu. Bir yandan duyduklarını zihninde toparlayarak anlam arıyor, bir yandan da herkesi susturmak istiyordu. Yine de böyle karşılanacağını hiç ummazdı. Yüzünde oluşmak üzere olan tebessümün çizgilerini kontrol eden kaslarını yadırgadı. Nasıl geliyordu içinden, hüzünlenmek dışında bir duygu?..  Fakat bu insanlar ile arasında oluşan bağ, başka bir şeydi. Yürümekte olduğu koridoru sağlı sollu saran bu insanları daha önce de tanıyordu. Herzaman ve her koşulda yanında olacaklarına dair güveni tamdı. Fakat, bir başka kimlik kazanmıştı. Nereye gitse peşini bırakmayacak mühür vurulmuştu. Gökhan, onları biraraya getiren bağı kendi başına gelmeden önce anlamamıştı. Çok daha kalabalık olan bu arkadaş grubunun eskiden beri içinde olmasına rağmen bu ayrılıkçı birlikteliği fark etmemişti. Artık aralarında özel bir anlam taşıyan bağ oluşmuştu. İnsanlardan örülü koridorda yürüyen Gökhan durdu; daha fazla gitmek istemiyordu. Ömrünün kavuşmaya en yakın duruşuydu bu. Pamuk, gözleri ile ‘Hoş geldin’ dedi. Onun varlığı, diğerlerini daha hoyrat gösteriyordu...

Başının koptuğunu zannetti. Celladı kafasını avuçları içinde tutuyordu sanki. Bedenini hissetmiyor gibiydi. Pamuk da geride kalmıştı. Bayılmasına ramak kalan yüzünü saran nasırlı ellerin tatlı sert tokatlaması, onu kendine getirdi. ‘Aramıza hoş geldin Gökhan’ dedi birinci adam. ‘Biz yetimler, birbirimize yeteriz.’ Hoş geldin kardeşim.


* Dünya genelinde sayısı 200 milyonu bulan yetim ve öksüzler için.